Merhabalar

Uzun bir aradan sonra tekrar karşınızdayım. Bu sefer farklı bir konuyla. Günümüzde hala kanayan bir yara olan işe gitmeden kazanç elde eden kişilerin varlığına dikkat çeken bir hikayeyle. 

Hikaye, sıcak bir yaz akşamında toplanan bir grup dostun, gündelik hayatın ironilerini ve toplumsal sorunları tartıştığı bir bağ evinde geçiyor. Memur Sıddık, gecenin ilerleyen saatlerinde bu tür toplantıların olmazsa olmazı olan kahkahalar arasında, “Sen de mi?” sorusuyla başlıyor anlatmaya. Anlattığı hikaye, kendi yaşadığı değil, bir arkadaşının başından geçen olay.

Bu arkadaşının hikayesi, işe gitmeden maaş almakla ilgili bir vicdan muhasebesini içeriyor. Seçim dönemi nedeniyle işini ihmal eden ve aylarca işe gitmeden maaş alan bu kişi, sonunda bu durumun ağırlığını fark ediyor. Eşi ona, “Bu para helal mi?” diye sorunca, vicdanı rahatsız oluyor ve bir şeylerin yanlış olduğunu kabul ederek çözüm bulmaya çalışıyor. Hikaye, sonunda bu kişinin işe gitmediği günleri yıllık izninden düşürüp, vicdanını rahatlatma çabasıyla bitiyor.

Sıddık’ın anlattığı bu hikaye, gecenin diğer hikayeleri gibi, toplumsal ahlak ve bireysel sorumluluk temaları etrafında dönüyor. Katılımcılar, bu tür olayların sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde yaygın olduğunu, ama asıl meselenin, bu durumlarla nasıl başa çıkılacağı olduğuna vurgu yapıyorlar. Muhtar Ahmet’in “Demek ki böyle insanlar yüzünden hala kıyamet kopmuyor” şeklindeki esprili son sözü, geceyi tatlı bir mizah duygusuyla sonlandırıyor.

Bu, toplumsal değerler ve bireysel etik üzerine düşünmeye teşvik eden bir sohbet olarak kalıyor.

Sen de mi?

Kılçadır köyünün bağ evinde, Bingöl'ün o ılık Ağustos akşamlarından birinde toplandık. Muhtar Ahmet'in bağ evinde, semaverdeki su kaynamak üzereydi. Ben, muhtar Lütfi, ev sahibi muhtar Ahmet, muhtar Kadri, Hacı Saim, memur Sıddık ve balıkçı Ahmet, bu güzel akşamda bir aradaydık. Güneşin kızıl çizgisi Yamaç köyünün tepesinde kaybolurken, gökyüzüyle yeryüzü arasında muazzam bir renk oyununa dalmıştım. Fotoğraf makinemi elime alıp birkaç kare çektim; çünkü gün batımlarını ve o güzel anları ölümsüzleştirmeyi hep sevmişimdir.

Hava, sıcak gündüzün ardından serin bir geceye evriliyordu. Aramızda sohbetin konusu, tıpkı her zaman olduğu gibi sınırsızdı; siyasetten ekonomiye, kadın-erkek ilişkilerinden dünya meselelerine kadar her şeyi konuşuyorduk. Herkesin bir fikri vardı ve herkes konuşmaya istekliydi. Konu döndü dolaştı haksız kazanca geldi. Zenginle fakir arasındaki uçurumdan, faizin kötülüğünden ve emeğin değerinden söz ettik.

Henüz sohbete tam katılmayan, çayla meşgul olan Hacı Saim, semaverin ateşini harlamak için dudaklarını büzüp nefesini üfledi. Yüzü sıcaklıktan hafif kızarmıştı. Çayları ince belli bardaklara doldururken konuşmaya başladı: “Çevremizde herkes bir şeyden çalıyor. Mesela işe gitmeden maaş alan insanlar var,” dedi.

Çay demlendikçe sohbet de koyulaştı. Güneşin yerini Genç dağlarında parlayan dolunay almış, gecenin serinliği içinde semaverdeki çayın tadı daha bir lezzetli gelmeye başlamıştı. Çay bardaklarımız dolup boşalırken, kelimeler amacına hizmet ediyordu. Herkes konuşuyor, kimse kimsenin sözünü kesmiyordu. Arada ses tonları yükselse de hepimiz sohbetten keyif alıyorduk.

Muhtar Lütfi, çayından bir yudum aldıktan sonra Hacı Saim’e dönüp, elindeki çay bardağını göstererek, “Hey maşallah, mübarek çay değil sanki tavşankanı,” dedi. Sonra ciddi bir tonla ekledi: “Ama haksız kazanç konusu önemlidir. Dinimize göre işe gitmeden, ter dökmeden maaş almak haramdır.”

Muhtar Ahmet de bu söze katıldı: “İşe gitmeden maaş alanlara bankamatik memuru diyorlar. Her yerde var böyle tipler.”

Birden herkesin gözleri bana döndü. “Sen gazetecisin, daha iyi bilirsin,” der gibi bakıyorlardı. “Biz de ne öğrendiysek o kadarını biliyoruz,” dedim. Sonra ekledim: “Dünyada da böyle tipler var,” diyerek, sözlerimi sürdürdüm.

“Mesela, İtalya’da 15 yıl boyunca işe gitmeden maaş alan biri tespit edilmiş. Catanzaro kentindeki Ciaccio Hastanesinde görevli olan bu memur, 2005 yılında işe gitmeyi bırakmış ve 15 yıl boyunca toplam 538 bin avro maaş almaya devam etmiş. Hakkında dolandırıcılık, gasp ve görevi kötüye kullanma suçlamalarıyla soruşturma başlatılmış. Dünyada bu tür örnekler çok fazla. İspanya'da da bir devlet memuru altı yıl boyunca işe gitmemiş ve işe gitmediği için bir yıllık net maaşı olan 27 bin avro para cezasına çarptırılmış.”

Muhtar Ahmet, gözlerinde beliren gülümsemeyle önce gökyüzünde parlayan dolunaya, ardından semaverin minik bacasından yükselen alevlere baktı. Konuyla ilgili düşüncelerini dile getirdi: “Bunlar da bir şey mi? Türkiye’de böyle yüzlerce iddia var. Tek fark, Türkiye’de bu durum ortaya çıkarılsa bile haklarında hiç işlem yapılmamış olması. Demek ki burada işe gitmeden maaş almak haksız kazanç sayılmıyor. Yoksa bizde de birilerine ceza kesilirdi.”

Hepimiz bir ağızdan güldük, ağlanacak halimize…

Uzun süre sessiz kaldık. Muhtar Ahmet, çayını karıştırmaya başladı. Metal kaşığın cam bardağa çarpmasıyla çıkan ses melodik bir tını oluşturuyordu. Çayını şekerli içiyordu. Alnına yansıyan ay ışığı, geniş yüzüne nurani bir ifade veriyordu. Kaşığı bardağından çıkarıp bardağın dudak kısmına iki kez vurdu, sonra kaşığı kırmızı desenli altlığa bıraktı. Bardağı alıp dudaklarına götürdü, derin bir yudum aldı. Ardından bardağı yavaşça kaşığın yanına bıraktı. Hepimiz ona bakıyorduk.

Sohbete pek katılmayan, sürekli şarkı söyleyip bizi eğlendirmeye çalışan memur Sıddık, “Bu maaş konusuyla ilgili başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum,” dedi. Hepimiz bir anda başımızı ona çevirdik.

“Sen de mi abi?” dedik gülerek. Yine bir kahkaha koptu. Kahkahalarımız gecenin sessizliğinde yankılandı.

“Durun, ben değilim,” dedi Sıddık. “Bir arkadaşım başından geçenleri anlatmıştı. Onun ağzından size aktarayım.”

Hepimiz dikkatle dinlemeye koyulduk. Hava serindi, ama keyfimiz yerindeydi.

Arkadaşım şöyle anlatmıştı:

“Tam 25 yıldır bir devlet kurumunda işçi olarak çalışıyordum. Bugüne kadar tek bir gün bile işe gitmemezlik etmedim. Yasal izinlerim dışında, hizmette hiç devamsızlık yapmadım. Ama geçen yıl her şey değişti. O dönemde iktidar partisinin il yönetim kurulunda görev yapıyordum. Buna rağmen işimi aksatmamıştım.

İşçi olduğum için siyasi bir partinin il yönetimine girebilmiştim. Seçimler yaklaşıyordu ve seçim çalışmaları yüzünden asli görevimi farkında olmadan ihmal etmeye başlamıştım.

Bu süreçte, geceleri rüyalarımda sürekli kâbuslar görüyordum. Karanlık dehlizlerde sıkışmış, bir türlü aydınlığa çıkamıyordum. Her sabah kan ter içinde uyanıyordum. Bu durumu anlamlandırmakta güçlük çekiyordum.

Bir gece yine rüyasız bir uykudan uyandım. Gecenin bir yarısıydı, yarı uykuluydum. Uzaklardan gelen sabah ezanı, sessizliği delip geçerken insana ninni gibi geliyordu.

“Allahu Ekber, Allahu Ekber…”

Gözlerimi araladım ama tam açamadım. Zorlayarak göz kapaklarımı kaldırdım. Oda karanlıktı. Gözlerim yavaşça karanlığa alıştı ve tavandaki ışıksız avize, asılmış bir yarasa gibi gözüktü. Dışarıdan gelen aydınlık yavaş yavaş odayı doldurdu. Gözlerimi odada gezdirdim. Komodinin üzerindeki bardak, bitirdiğim kitap, gözlüğüm ve şarjda olan telefonum dikkatimi çekti. Çalar saat 04.00’ü gösteriyordu.

Tekrar uyumuşum. Uykunun tatlı uyuşukluğuyla göz kapaklarımın ağırlığı beni derinlere sürükledi. Kaç dakika uyuduğumu bilmiyorum, ama bana yıllar gibi geldi.

“La ilahe illallah…”

Ezanın son sözleriyle kendime geldim. Dakikalar geçmişti sadece, ama sanki uzun bir süre uyumuş gibi hissediyordum. Gözlerimi ovuşturdum, zar zor bedenimi yataktan kaldırmaya ikna ettim. Zaten o gün erken kalkmam gerekiyordu. Partinin seçim çalışmalarına katılacaktım. Bir köyde büyük bir toplantı vardı.

Kalktım, abdestimi aldım, sabah namazını kıldım. Bingöl’ün meşhur balı ve kaymağı eşliğinde kahvaltımı yaptım. Sonra partinin yolunu tuttum.

Parti binası, bayraklarla süslenmiş bir panayır gibiydi. Herkes bir yana koşuşturuyordu. Seçime az kalmıştı. Görevimiz gereği, her gün köyleri ve evleri ziyaret ediyorduk. Milletvekili adaylarımızla birlikte kapı kapı dolaşıyorduk.

Partimizin kazanması için büyük bir çaba sarf ediyorduk, ama asli işimi, yani evime ekmek götürmemi sağlayan işimi ihmal ettiğimi fark edemiyordum. Her gün daireye gitmek yerine köylere gidiyordum.

Seçimler sona erdiğinde, partimiz büyük bir zafer kazanmıştı. İlimizin üç milletvekilinden ikisini meclise göndermeyi başardık. Ama ben hâlâ işe gitmiyordum. Bu sefer de zaferin ardından teşekkür ziyaretleri için köy köy, belde belde dolaşıyorduk. Partimiz iktidarda olduğu için, kurumda çalışanlar beni uyarmaya çekiniyordu. Bunu sonradan öğrendim. Böylece iki ay geçti ve ben işe gitmeden maaş almayı sürdürdüm.

Bu iki ay boyunca, her ayın 15’inde bankamatiğe gidip maaşımı çekmek dışında kurumla hiçbir bağlantım kalmamıştı. Resmen "bankamatik memuru" olmuştum, ama bunun farkında değildim. Aldığım paranın helal mi haram mı olduğu aklıma bile gelmiyordu.

Köylere gidiyor, insanlara nasihat ediyordum, ama kendim bu nasihatleri uygulamıyordum.

Yine bir ayın on beşinde bankamatiğe gidip maaşımı çektim. Gıcır gıcır paraları saymadan cebime koydum. O gün içimde tuhaf bir mutluluk vardı. Paranın sıcaklığından mı, yoksa partimizin zaferinden mi kaynaklanıyordu, hatırlamıyorum.

Paramı aldıktan sonra Bingöl’ün Genç Caddesi’nde arkadaşlarla birkaç tur attık. Turumuz Dörtyol’dan başlayıp Hacı Hıdır Camisi’nin önüne, oradan PTT Kavşağı’na kadar devam etti. Saat Kulesi’nin önünde turumuzu tamamladık. Eve gitmek üzere arkadaşlardan ayrıldım ve İnönü Caddesi’nin son metrelerini yürüdüm.

Bir dondurmacının önünde durdum. Dolapta rengârenk dondurmalar vardı. Arkada halka tatlı yapıyorlardı. Kızgın yağa atılan hamur halkaları, bir süre sonra nar gibi kızarıyor, ardından şerbet kazanına bırakılıp vitrindeki yerini alıyordu. Bir süre ustaların halka tatlı yapışını izledim.

Canım çekti. Bir kilo tatlı istedim. Oradakiler sıcak tatlı ikram ettiler. Tatlı ağzımda eriyip mideme ulaşırken, parasını ödeyip oradan ayrıldım.

Tatlı poşetini sallaya sallaya eve doğru yürüdüm. Yenişehir Mahallesi’ndeki sağlık müdürlüğünün arkasında bulunan Tepebaşı Caddesi’ndeydi evimiz. Binanın önüne vardığımda, ikinci kattaki dairemize çıkmak için merdivenleri ikişer ikişer tırmandım. Eski bir alışkanlık, merdivenleri hızla çıkmayı hep sevmişimdir. Heyecanla kapıyı çaldım, dünyayı fethetmiş gibi gururluydum. Kapıyı açan olmayınca, boşta olan elimle cebimden anahtarımı çıkardım. Tek elle anahtarı deliğe yerleştirip çevirdim, ama kapı açılmadı. Kapı kolunu biraz kendime doğru çekince kapı aralandı.

İçeri girerken oturma odasından hanımın sesi duyuldu: “Kim o?” Ben ise çoktan mutfağa ulaşmıştım bile. Poşetten bir tatlı alıp dişledim. Kıtır kıtırdı, hala sıcaktı. Bir çırpıda mideye indirdim. Şekerli parmaklarımı tek tek yaladım, sonra ellerimi muslukta yıkadım ve havluyla kurulayıp oturma odasına geçtim.

Hanım akşam namazını kılmayı yeni bitirmiş, seccadenin üzerinde tesbihat yapıyordu. Namazda olduğu için kapıya yetişememişti. Evde sadece ikimiz yaşıyorduk artık; iki oğlan, üç kız evlendi, biz de baş başa kaldık. Rahmetli ninemin dediği gibi, "Çocuk ne kadar büyürse büyüsün, o senin çocuğundur. Ama evlendikten sonra komşun, evden ayrıldıktan sonra köylün olur." Biz de çocukları büyüttük, evlendirdik ve ilk evlendiğimizde olduğu gibi yine yalnız kaldık. Ama torunlar arada bir gelip evimizi şenlendiriyor.

Ben de abdest alıp akşam namazını kıldım. Sonrasında oturma salonunda karşılıklı kanepelerde oturup sohbete başladık.

Hanımın sorduğu bir soru beni düşündürdü: “Sen işe gidiyor musun?” Ben de işe gitmediğimi söyledim. Ardından ekledi: “Peki işe gitmeden aldığın maaş helal mi?” Cevap veremedim. Şubatın ayazında saçaklardaki sarkıtlar gibi dondum, sonrasında kaplıcanın suyu ile buzlar eridi.

Hanımın babası dini bütün bir insandı ve helal haram konusunda hassastı. Hanım da bu değerlere çok dikkat ederdi. Beş çocuk büyütmüş, üniversiteye kadar okutmuş, boğazından bir haram lokma geçirmemişti. Şimdi suçüstü yakalanmış gibi duruyordum.

Bir süre sonra kendime geldim. “İşe gitmiyorsan aldığın para haram. Ben bu paraları almıyorum, çocuklarıma da yedirmiyorum. Bugüne kadar Allah’a şükür boğazımda bir lokma haram geçmemiştir,” dedi. Haklı olduğunu kabul ettim ve durumu düzelteceğimi söyledim. Ancak o, ikna olmadı.

Kamu kurumunu aradım ve durumu nasıl düzeltebileceğimi sordum. “Kuruma gel, düzeltiriz,” dedi telefonun diğer ucundaki mesai arkadaşım. O gece uyuyamadım. İki aydır işe gitmiyor, maaş alıyordum. Sabahı zor ettim.

Sabah ilk iş olarak insan kaynakları şube müdürlüğüne gittim. Alnımda ter taneleri birikmişti ve arada bir burnumdan süzülüyordu. Servisteki arkadaşa, içeride kaç gün iznim olduğunu sordum. “İki ay iznin var abi,” dedi. “Tamam, ben iki aydır işe gelmiyorum. Bu izinlerimi kullanmış gibi gösterip gitmediğim günlerin yerine sayılmasını istiyorum,” dedim.

Sonra gece nöbeti yazmalarını söyledim. Gece nöbeti tuttum ve gündüzleri de parti çalışmalarına devam ettim. Artık rahattım; sanki üzerinden büyük bir yük kalkmıştı. Gaflet uykusundan uyanmıştım. Bir süre sonra emekliye ayrıldım.”

İşte arkadaşım aynen bunları anlattı. Belki tam olarak ifade edemedim ama özetle böyle.

Muhtar Ahmet, son sözü yapıştırdı: “Demek ki böyle insanlar yüzünden hala kıyamet kopmuyor.”